Bildiklerim Aslında Bilmediklerim

Biliyorum ulaşılmazız. Kavuşamaz bedenlerimiz.
Biliyorum yokuz artık. Haykırsak duyulmaz sesimiz.
Biliyorum hep seversin… Biliyorum hep severim…

Ben herşey oldum, aklına gelebilecek herşey.
Esir ettin çünkü sen beni. Çıkamadım beni saran kabuğundan. Çıkmak istemedim ki…
Bilirsin, ne yaptığını bilmeden yaşamayı. Bilmeden yaşamayı bilmek… Ama sen bilirsin. Sadece sen bilirsin…

Sadece sen biliyorsun…

Gözü Tamamen Kapalı

Evet yine ben…
Yine mi aynıyım?
Hayır hayır öyle söyleme. Çok değiştiğimi söylemiş olmam gerekiyordu. Evet bunu söylediğimi hatırlıyorum. Demek hâlâ bi değişiklik göremedin. Hmm.. Aslına bakarsan kısmen haklısın, hala neden konuşuyorum değil mi? Aslında en önemli değişiklik bu olsa gerek senin gözünde. Ama hayır hayır, bence bu bir değişiklik olamaz. Göremediğin birçok şeyde değiştim ben. Göremezsin, çünkü kapattın gözlerini. Ama dur dur… Sakın açma.. Yapma bunu bana tekrar. Bırak böyle kalsın. Sen beni görme ama ben seni izleyeyim. Gözünü açtığında bunu kaldıramayabilirsin. Dedim ya, çok değiştim ben. Sadece sen görmüyorsun. Ne o? Artık sen de konuşmuyorsun benimle. Tamam… İstemiyorum artık konuşma. Nefes al.. Nefes al ki ben de seninle birlikte nefes alayım. Ama konuşmaya devam ederim. Sen beni ne kadar duymak istemesen de, ben bağıra bağıra konuşmaya devam ederim. Sadece zamanı geldiğinde susarım. Ne zaman mı? Ben ölünce…


Evet yine o idi… Böyle kendi kendine konuşurdu. Kimse neyi olduğunu anlayamadı. Ailesi, eşi, çocukları, arkadaşları… Hiç kimse bilmiyordu. Ama o konuşmaya devam ediyordu. Hep böyle değildi, uzaktan görseniz normal bi adam sanırsınız yani. Öyleydi de zaten. Çünkü çok zeki bir adamdı. Dedim ya kimse bilemiyordu neyi olduğunu. Bir tek ben biliyordum aslında, ama söyleyemezdim bunu kimseye. Yine söyleyemem, bunu benden istemeyin. Sadece şunu söyleyebilirim ki; o her sene hediyeler alırdı. Sadece senede bir gün… Ve her sene birer fazla alırdı hediyelerini. Duyduğuma göre ilk başta 21 tane almış. Zaten sadece ilk başta aldıklarını verebilmiş. Bu zamana kadar aldıkları hep bir yerde duruyor. Kimseye vermemiş. Önümüzdeki sene 86 tane alacağını söylemişti. Ama ne yazıktır ki, buna ömrü yetmedi… 

Gerçekten böyle biri olduğunu sandınız değil mi? Hatta gördüğünüze neredeyse emindiniz. Ama yanıldınız. Size söylemiştim, ben çok değiştim. Asla göremediniz böyle birisini. Çünkü gözleriniz kapalıydı.

Defter Arasından…

sneyl: Hocalık mı bu?
nob-boggy: Değil abi. Slaytları oku, bir cümle değiştirip söyle. Al sana!
sneyl: Çatır çatır geçiyo. Hadi la gidek!
(bak şimdi farkettim morla yok!)

Öff! Amma bayıyo bu İsmail Şenel. Yarım saatten sonra hiç çekilmiyo. Hayır ders de dinlenmiyo ki. Sıkıcı herif yaa. Sınavlar gelecek çatacak. Hatta geldi çattı lan! Anaaeam yandık! Vallaha yandık. Hergün ders çalışcaz diyoz bi de ya. Zaman geçmiyo ki ohooo… Uyicak herkes.. Dinleyen biri varsa o da Tuğba ve Suna’dır. 2 kişi oldu gerçi bunlar ama olsun. Allah’ım ya İsmail len! Şşş sana diyom! Hadi la gidek!

9 Mart 2007
10:46

Don’t Forget Me


I’m an ocean in your bedroom
Make you feel warm
Make you wanna re-assume
Now we know it all for sure

* “Ruh ikizi”, “uyum” sözcüklerinin anlamını yitirmiş bir kızın öyküsü…

 

Büyüdü…
Olgunlaştı… Hem de hiç olmadığı kadar…
Artık yalnız olmayı seçti. Hayatta başka şeyler olduğunu gördü ve gitmek istedi. Hayalinin peşinden gitmek istedi. Yapabileceği çok şey vardı çünkü. Tek başına yapabileceği… Çok düşündü tek başına olmayı, “o”nsuz olmayı. Aslında bir türlü beceremedi karar vermeyi, her ne kadar karar vediğini sandıysa da… Mutluydu çünkü. Ya da hep mutlu olduğunu sandı. Ama başaramadı bir türlü gitmeyi. Herşeyi arkasında bırakıp gitmeyi bir türlü beceremedi.

 

O eski sıcaklığı yoktu artık. Hissettiğinde bedenini kaplayan o eski sıcaklığı… Bıkar oldu hayattan, gülen yeşil şebeği bile gülmüyordu artık sanki. Bahaneler buldu hep mutlu olmak için. Oysaki takvimini bile kaldırıp atamadı. Geceleri sevmez oldu. Bir daha uyuyamayacaktı çünkü onunla. Uyandığında onu göremeyecekti karşısında. Sesini sadece şarkılarda duyacaktı artık. Gözü gözüne değmeyecekti. Gözlerinin içine bakarken seyahat edemeyecekti uzaklara doğru. Başını omzuna yaslayamayacaktı. O eşsiz “koku”yu bir daha hissedemeyecekti. Gecenin bir yarısı deprem olduğunu sanıp uykusundan uyandırabileceği kimsesi yoktu, ya da kötü bir rüya gördüğünde sıkıntısını üzerinden atmak için düşünebileceği kimsesi… Oysaki yanında olsa ne güzel olurdu. Karanlıktan bile nefret eder oldu, gözünün önüne “onun” gülen yüzü gelmesin diye, gözünü kapamaya korktu.

 

Ama o hep mutlu olduğunu sandı… 

Adımlarını tek başına atmaya karar verdiği bir gün gerçekten gitti… Bütün aşkları yüreğinde götürüp gitti…

Artık o yaşlandı… Onunla birlikte yaşlandı.. Yeşil şebeğini hiç ayırmadı yanından. Her gece onunla uyudu, uyandığında ilk onu gördü. Ağladığında ona sarıldı. O bebeği kokladı hep, üzerinden kokusu geçmediğini hayal ederek. Gerçekten o kokuyor diye hayal ederek…

 

Ve bir gün gözünü sonsuzluğa doğru kapadı, yüzünde gülümseme ile.. Çünkü artık “onun” gülen yüzü hep önünde olacaktı.. 

Peki “o” ne yaptı? O, sadece çok sevdi…


* Aslında sen o gün gitmedin, sonra da gitmedin, şimdi de…
I’m the rainbow in your jail cell
All the memories of everything you’ve ever smelled
Not alone, I’ll be there
Tell me when you want to go

Hele Bi Gel

Dinledikçe dinlenen çok güzel bir Pinhani şarkısı Hele Bi Gel.. Ama en önemlisi bu şarkıyı Pinhani’den değil, bir başkasından dinliyor olmak. “O”ndan dinledikçe daha bir sevmek bu şarkıyı.. BELlekte canlandırmak daha bir kolay bu derin İZleri.. Hem de bu kadar sürede, böylesine gerçeğe dönüştürebilmek herbişeyi..

Şarkının sözlerini daha bir anlamlı yapar oldu. İZleri bir daha hiç silinmeyecekmiş gibi derinlere bırakmaya başladı.. Çünkü “O”, beklenen hayal.. “O”, Hele Bi Gel diyen…

Live Earth 7.7.7

Küresel ısınma tehlikesine karşı yapılan konserler zinciri… New York, London, Johannesburg, Rio de Janeiro, Shanghai, Tokyo, Sydney ve Hamburg şehirlerinde düzenleniyor.. Aslında benim için en önemli ayak Londra ayağı.. Çünkü Red Hot Chili Peppers Londra’da sahneye çıkıyor.. 

Evet bir hevesle 7 Temmuz günü girmişim bu postu, ancak böyle yarıda kalıvermiş.. Aradan 4 gün geçti gayet güzeldi konserlerin geneline bakarsak.. Tabi ben burda müzik dışında başka olaylara değinmeyeceğim. RHCP’nin sadece 3 şarkısını verdi NTV. Can’t Stop, Dani California ve By The Way.. Aslında 4 şarkı söylediler. 3. şarkı So Much I idi.. By The Way ile de kapanışı yaptılar.. Ancak dikkatimi çeken, Anthony Kiedis’in düşük performansıydı. Önce hasta olabileceğini düşündüm.. Zira sesinde değişiklik vardı şarkıları söylerken..

Ancak sonra şunu farkettim ki, bu adamlar 6 Temmuz günü Paris’de konser vermişler. O yüzden normalmiş yani adamın hoplayıp zıplamaması.. Hatta Londra konserinden sonra yine uçup Copenhagen’da konser vermişler.. Yani 24 saatte 3 konser demek bu. Anthony Kiedis diyor ki; Dün Paris’teydik. Bugün Londra’ya geldik, uyandık, çaldık, birazdan yine uçağa binecez Kopenhag’a gidecez. -evet evet tam olarak böyle-

Neyse efendim, gecikmiş bir yazı da olsa, buyrun RHCP’nin Live Earth performansını;

Belki biraz…

Dengesizim. İnsanın bana kendini çok yakın hissettiği anların akabinde, o kadar uzak kalabilmeyi beceriyorum ki insan o yakın olunan anların bir çeşit yanılsama olduğunu düşünmeden edemiyor. Fakat bunu nasıl bir karakteristik özelliğe vurmalıyım bilmiyorum. Belki biraz münzeviyim??? Belki biraz…

Bu post da live earth ile guzel ve dahi‘den onceki son post’um olacak muhtemelen.

I Loved You

I loved you,
And i probably still do,

And for a while the feeling may remain…
But let my love no longer trouble you,
I don’t not wish to cause you any pain.”

 

Alexander Sergeyevich Pushkin 

Bir önceki şiir ile çelişiyormuş gibi görünüyor değil mi? Peki ya anlattıkları? İkisinin de aynı şeyi anlattığını hepimiz görebiliyoruz değil mi? Her ne kadar Pushkin’in bu şiiri ingilizceye farklı farklı bir sürü şekilde çevirilmiş olsa da ana fikir bu. Rusça bilenler için, şiirin adı “i loved you”. Belki okuduktan sonra bize de bir çevirisini yaparlar. Bir de türkçesini okumuş oluruz. Her neyse efendim, yazmak istediğim bu şiir hakkında aslında pek bir şey yok, ama yine de bana hissettirdikleri önemli. Bir önceki L&M; alıntısının üzerinde yerini bulması da tamamen bir tesadüf sonucu oldu. İyi bir tesadüf… Biz bu tesadüfe Beliz diyoruz. Bel iz. Belleğimizdeki iz yani. Hayatımızı yönlendiren bilinçaltımızın izi, yapacaklarımıza yaptıklarımızdan şekil veren belleğimizdeki iz.

Seni sevdim… Ölesiye. Evet, belki çok klişe, çok ağır abi lafı “ölesiye sevmek”, ama ben kavram olarak kendi başına bırakmadığımı düşünüyorum, içini doldurdum “ölesiye”nin.

Sen beni sevmedin, hayatıma son verdim. Yeniden doğdum biliyor musun? Ben senin geri dönen bebeğinim çünkü. Hep seni seveceğim, hep de öleceğim. Sen beni sevemeyeceksin ama, sevgim sana acı verecek ve sen sadece benim bu karşılıksız sevgim altında ezildiğin için yüzüme bile bakamayacaksın, yo yo, bakmayacaksın! Ölümüme terkedeceksin beni! Daha önce pek çok kez yaptığın gibi. Acı vereceksin bana, acı verdikçe de daha çok aşık edeceksin kendine. İşte bu yüzden geri dönüşümlü bebeğinim ben. Acıyla ölen, acıyla doğan. Hem de kendi küllerinden. Zümrüdüanka da olabilirdim. İnsan olmayı seçtim. Seni sevmem gerekiyor çünkü. Bütün o özgürlüğü, kutsallığı sana tercih etmedim ve ben tekrar yanmaya hazırım. Kartalım ben, insan kartal. Uçmaya hazırım, koordinatlarımı veremeyeceksin sen yuvam. Yere çakılıp öleceğim. Seni yine de seveceğim.

I loved you,
And i probably still do!

Pushkin severler bizi cahil sanmasın diye zorunlu post script: Bu şiir iki kıta lan aslında! Isı ile sıcaklık arasındaki farkı hâlâ bilmiyorum ama… Virginia Woolf’a sevgiler…

(S)he Shot Me Down Bang Bang

Seni bir gün en yakının ele verirse eğer,
Öğren susmasını ve ağlamamasını.
Bir kavanozun içinde mavi bir gül yetiştir,
Her gün daha çok yaşayan.
Bir masalın ağzını kapat ve yatgeniş odalarda.
Bir oksijen çadırında.
Ona kötü bir şey olsun istedim.
Bana aşık olsun istedim.”

Beni bir gün en yakınım ele verdi.
İyi ki biliyordum ben susmasını.
İyi ki biliyordum ben ağlamamasını!

Kavanozun içine koymadım da, kutusunda bıraktım gülümü. Üstelik benim gülüm mavi değil kırmızıydı. “At!” dediler, atmadım. Atamadım. Onun gülünü nasıl atardım? Onu nasıl atardım? O gül, gülçinlerin topladığı olan, duracaktı kutusunda zamansızca. Masalımın ağzını kapatamadım ben, taşıyor her gün üstünden ve zamanla kurtlanacak da. Yenilmez, dinlenilemez bir masala sahip olacağım, sırf geniş odalarda yatma korkum var diye!

Ben bir oksijen çadırında sarhoş olmak istiyorum. Gülümün kokusunu ancak sarhoşken alabiliyorum, içime doyasıya çekiyorum. Bir sonraki çadıra gelişim belli olmaz çünkü benim!

Ona kötü bir şey olsun istedim.

Bana aşık olsun istedim.