Ey Sevgili Okur!..

Uzun zamandır yazamadım okur! Tamam, sen de haklısın. Her an merakla açıyorsun blogu yeni neler yazmış bakalım bu sneyl diye ama yok işte, yok! Küfür edip kapıyorsun sayfayı haliyle. Sen de haklısın. Senin işin de zor be okur! Bak şimdi; işler öyle göründüğü gibi değil. Neler geldi başıma neler…

Çaresi bulunamayan bir hastalığa yakalandım. Sesim değişti. Artık eski sesim yok. Doktorlar bir daha düzelemeyeceğini söylediler. Çok garipsedim yeni sesimi. Alışmaya çalışıyorum. Gerçi insanlar seksi buluyor ama ben alışamadım henüz.

Daha dur bununla bitmiyor… Geçen hafta sonu mangal yapmaya gittik. O da ne!?! Yüzümün yarısı yandı. Ameliyat oldum. Artık sneyl eski sneyl değil. Kendimi tanıyamaz oldum. Doktorlar bir daha düzelemeyeceğini söylediler. Çok garipsedim yeni tipimi. Alışmaya çalışıyorum. Gerçi insanlar seksi buluyor ama ben alışamadım henüz.

Daha dur okur, daha dur! Bununla bitse yine iyi… Bitsin artık evet. Çok salladım. Yeter bu kadar. Ne yapayım ama, öyle bir anda yazasım geldi uzun süre yazmadan geçince. Her neyse, asıl sebep şudur ki okur, vizeler yüzünden yazamadım. Sorsanız, çok mu çalıştın? Nereye çalışıcam yaa yörü get diye terslerdim sizi ama işte okurumsunuz, saygıda kusur etmemem lazım. Zaten bir bölümün ilk vizeleri bir ay sürer mi ya. Gerçekten inanılmaz ama oluyor işte bazen. Kader… Kısmet…

Gelelim bu yazının asıl amacına. Hep okur okur deyip durdum. Boşa demedim ben onu okur. Bak şimdi ne diyeceğim sana. Dikkatli dinle beni.

Artık yazı tarzında biraz değişiklik yapmak lazım dedim kendi kendime. Yani tarz derken, genelde depresif olan şu yazılardan bahsediyorum. Hayır, ben o kadar depresif değilim ki, ne oluyor yani bana? Kimim ben? Düşündüm, taşındım, ölçtüm, biçtim, tarttım, danıştım, paylaştım, dinledim, bekledim, oturdum, kalktım ve sonuçta çok önemli bir karara imza attım. Diyorum ki artık blog serbest olmaktan çıksın ve çok serbest olsun. Bir nebze bu depresif hava ortadan kalksın. Hayır, yazılmayacak mı depresiflikler, hikayeler, rüyalar? Tabii ki yazılacak. Sadece ana konu o olmayacak artık. Hah! Bi’ dakka ya.. Okur! İşte sana da danışıyorum ben aslında. Bak onu söylemeyi unuttum ben. Ne dersin böyle yapayım mı? Lütfen yorumlarınızı yazın da bir nebze mutlu olayım. Gerçi yorum yazmazsanız da bildiğimi okurum ben.

Neyse asabileşmeden bu postu bitirmeliyim. Görüşürüz okur!

…Ve Saat 01:10

hmmm… Kahve zamanı gelmiş.
-yataktan kaçmak- Ekranıma yapışmış vaziyetteki renkli kağıtları süzdüm. Ah evet, 1 tanesini söküp atma zamanı! Henüz bitirmem gereken ezber çalışmalarım var. Önümde koca bir gece beni bekliyor biliyorum. Bu gece Jezebel’im beni özleyebilir.

Arkadan Modest Mouse mırıldanıyor. Işıkları söndürdüm, mumlarımla birlikteyim. Ders çalışmak zevkli. Aslında değil! Gözümü kapatıp renkli kağıtların hepsinin monitörümden söküldüğü anı hayal ediyorum. Huzur doldu ruhum. Evet, o renkli kağıt parçaları benim vize tarihlerim.

Bir dakika! O ses neydi?
Kettle suyun kaynadığını söylüyor.
Kahve zamanı gelmiş. Çarşamba da gelmiş.

Kahve yudumlarken John Frusciante – Wednesday’s Song dinlemeli…

Aşk, Gezegendeki Bebek!

– Yakaladım seni!
+ …
– Hahayt! Bu sefer elimden kaçamazsın.
+ …
– Yine yanıldım. Gerçek değilmiş…

Yarı uyur vaziyetteki saçma sapan rüyalarımdan bir tanesi daha. Anlatsam senaryo olacak yine biliyorum. Uykuya dalmalıyım. Yeni işim bu olmalı. Uyuyayım, rüya göreyim, sonra da yapımcılara anlatayım. Yattığım yerden para kazanmanın bu tabire daha uygun başka bir yolu varsa beni uyandırın.

Söz vermediğim şeyler için söz vermişim gibi bir dayatma var bana karşı. Daha doğrusu vardı. Yazının başındaki sözler bana ait değil aslında. Ben üç nokta olmuşum haberim yokmuş. Ama sarhoş olunca güzel oluyor, üç nokta olduğunu söyleyebiliyorsun karşındakine. Böylece ölü bedenin ile birlikte hissiz bir şekilde konuşabiliyorsun. Bir bakıyorsun ruhun yukarıdan seni izliyor. Gel buraya bebek diyorum! Evet bebek! Yeniden yakalamaya gitmelisin, bu kez gerçek olanını. Ben de uyumalıyım. Çünkü uyurken bulacağım senden daha güzel olanını..

Sergei Trofanov Productions

Sergei Trofanov kimdir? Efendim, Sergei Trofanov 1963 yılında… Şaka tabi kendisini tanıtmaya kalkmayacağım. Bu arada 1963 de sallama oldu ama olabilir. Dur bakayım.. –burda zaman geçiyor– Ahh 1960 yılında doğmuş, çok yaklaşmışım. Her neyse, Sergei Trofanov çok ünlü olmasa da kaliteli bir müzisyen, kaliteli bir keman virtüözüdür. Tabi çok ünlü değil sen nasıl keşfettin derseniz tamamen bir tesadüf eseri diye yanıtlarım. Yaklaşık 3 yıldır dinliyor ve takip ediyorum kendisini. Size de bir fikir sunması açısından son zamanlarda sürekli dinlediğim bir şarkısını koyuyorum buraya. Adı Yumeji’s Theme.

http://media.imeem.com/m/lrd6FcB-zX/aus=false/

Asıl değinmek istediklerim aslında bunlar değildi. Şöyle ki; bugün kendisine bir mail attım. Kendisine Türkiye’de konser verip veremeyeceğini sordum. Mail bu kadardı. Fakat oldukça ciddiye almış olacaklar ki, adının Claude Simard olduğunu söyleyen birisi mailimi cevapladı. Kendisi Sergei Trofanov’un menajeri imiş. Büyük ihtimal beni yapımcı sanmışlar. Çünkü, adam gayet açık bir şekilde Türkiye’deki plak şirketiyle olan anlaşmazlıklarını, onu değiştirmek istediklerini, konser için fiyat önerimi beklediklerini ve bu konuda rahat olmam gerektiğini, Sergei Trofanov’un solo konser verebileceği gibi triplet ya da quartet olarak da konser verebileceğini, ancak quartet performansın bizim için maddi açıdan daha tuzlu olabileceğini –otel parası ve uçak parası gibi– söyledi. Daha bir çok şey söyledi aslında ama gerçekten çok uzun. Yani beni temizinden bir yapımcı sandı işte.

Olaya inanılmaz derecede şaşırmış ve heyecanlanmış bir biçimde safça “ehkeke aslında ben yapımcı değilim sadece bir hayranıyım.” tarzı mail attım sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aslında pek de yanılmış sayılmazsınız. Buna benzer bir takım şeyler söylemekle birlikte, kendisine bazı organizasyon şirketlerinin maillerini ve telefonlarını verdim. Ek olarak birkaç plak şirketi de söyledim gaza gelmişken. Eğer ilgilenir ve gerçekten Türkiye’de bir konsere gelirse, heyecanım üçe katlanır. Neden üçe katlanır derseniz, her zaman üçtür çünkü!

Sergei Trofanov’u bekliyoruz efenim!

İyi ki Doğdum!

Bugün benim doğum günüm! (dü) Aslında hala doğum günüm sayılır. Özel hissedilmek güzel bir şey. Yani bir anlık da olsa insanların seni hatırlaması güzel. Seni hatırlıyorlar. Hatırlandığını hissettiriyorlar. Duygulanıyorsun haliyle. Ağlamıyorsun tabi o kadar duygusal değil. Yine de güzel…

İyi ki varsın denir, iyi ki doğdun denir. Tabi kimisi sıradan söyler bunu, kimisi içten. Anlarsın sen bunu gerçi. Anlarım ben! İyi ki varım! Mesela ben içten söyledim. Sıradan söylesem olmazdı zaten. Çok güzel bir doğum günü geçirdiğimi de söyleyebilirim. Yine içten tabi. Sıradan olmadı en azından.

İyi ki doğdum ben!

Bir de şuna bakın derim ben;
Birthday Calculator

Jezebel Spirit

“Mum ışığında yazı yazmaya bayılıyorum. Bayılmıyorum aslında. Elektrikler kesik. Ancak eğlenceli olmuyor da değil. Gece gibi… Elektriklerin kesik olduğu zamanlarda da kendimle başbaşa kalabildiğimi farkettim.”

Bir karakter var beni sürekli takip eden. Nedense beni hep üzüyor. Hiç aksatmıyor ama. Görevini tam anlamıyla yerine getiriyor. Beni üzmek için yaratılmış olma ihtimali üzerinde yoğunlaşıyorum. Ya da aklını tam kullanamıyor. Bazı fonksiyonları eksik. Tam bir gerizekalı… Ne yapmaya çalıştığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Gerçekten beni çok üzüyor. Bazı geceler sağlığımdan parçalar kopartıp gidiyor. Sabah uyandığımda hasta oluyorum. Sonra yazı yazıyorum, iyileşiyorum. Bazen çözümünü bildiğim sorular soruyor, ben yapamıyorum. Korkuyorum. Beni korkutuyor. Korkulacak birisi çünkü o. Yeni farkettim bunu.

“Elektrikler geldi. Jezebel gitti.”

Sabahlama Ardından

Bir proje sabahlamasının daha sonundayım. Dikkatli okuyucularım bilirler, -sanki çok okuyucum var da- bir staj raporu maceram son günün son dakikası sonuçlanmıştı. Nedense proje işi de böyle oldu. Son gün hiç uyumayarak projeyi yetiştirme uğraşı…

Dinlenmeye fırsat bulamamış ellerimle bunları yazıyorum şu anda, dinlenmeye fırsat bulamamış gözlerimle birlikte…

Geceleri uyumayınca insanın yapacak çok şeyi oluyor aslında. Ne bileyim yani gündüz onca vaktimiz olmasına rağmen, gece daha uzunmuş gibi geliyor. Belki de kendimizle başbaşa kaldığımızdandır. İşte bu yüzden geceleri daha bir yaratıcı buluyorum kendimi. Sessiz oluyor ve ben de yaratıcı oluyorum. Aslında çok tezatlık var bende. Misal, ders çalışırken de müzik dinliyorum. Gerçi ders çalışırken yaratıcı olmaya gerek yok, ondan belki. Çok saçmaladığımı hissettim birden. Ama hemen geçti. Çünkü ben asla saçmalamam. Evet, evet! Galiba saçmalıyorum…

A Message

Bir tepeye tırmanmaya çalışıyorum. İnce ama çok sert. Tutunacak yeri fazla yok. Belki de fazla. Ben bilemiyorum. Çünkü çok net göremiyorum. Kenarları parlak gri renkli. Ben yukarıya çıktıkça, geçtiğim yerler yıkılıyor. Havada kalmaya devam ederek beni şaşırtıyor. Çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Etraf çok karanlık. Sadece parlak gri rengi seçebiliyorum. Nasıl tutunuyor, nasıl tırnamıyorum bilmiyorum.

Şiddetli bir rüzgar var ama etkilenmiyorum. Sadece biraz titretiyor. Gözümün önünde fosforlu sarı renkte halkalar uçuşuyor. Rüzgar bir anda kesiliyor. Sonra tekrar geliyor. Sanki şimşek çakıyor gibi. Üçer saniyeliğine esiyor ve geçiyor. Zamanla beni alıştırıyor bu uyumlu hareketine. Zirveye ulaşıyorum. Ama çok uzun zaman geçmiş. Yıllar geçmiş gibi. Ayak bastığım taban daha da parlak. Nasıl bu kadar parlak bir gri olabilir ki? Gözümün önündeki o fosforlu sarı halkaları şimdi gökyüzüne asılmış bir halde görüyorum. Bu kez tek başlarına değiller. Hepsinin bir sahibi var. Beyaz kanatlı sahipleri…

Sonra ne olduğunu anlamıyorum ama birisi beni aşağıya itiyor. Bağıramıyorum, sesim çıkmıyor. Ama sanki yanımdaymış gibi sesini duyuyorum. Kulağıma bir şeyler fısıldıyor:

“Tam 21 yıl geçti doğumumdan bugüne kadar. Buraya çok çabuk ulaştın. Burada herkes 30 yaşındadır. Bu tepeden her atlayışında 1 yıl daha geçecek. Sonunda sen de aramıza katılacaksın. Şimdi geri dön!”

Ben yine kendimi en aşağıda buluyorum. Hafızam siliniyor. Sıfırdan başlıyorum. Tekrar çıkmayı deniyorum. Yine aynı şeyler oluyor. Rüzgar yine şimşek misali üçer saniye esip geçiyor. Fosforlu sarı halkalar beni gözetliyor. Ulaştığımda 22 yıl geçiyor. Tekrar düşüyorum. Bunu üşenmeden tekrarlıyorum 30’a ulaşana kadar. 30’a ulaşıyorum ve uyanıyorum…

P.S.: İki gündür şiddetli baş ağrısı çekmekteyim. Bir anda bir ağrı saplanıyor. Üç saniye sürüyor ve kesiliyor. Bunu uyumlu bir şekilde hep tekrar ediyor. Ama alıştım ben buna… Bu arada neden 30’u gördüm bilmiyorum. Neden 30’dan sonrası yok bilmiyorum. Ama sonrası olsun istiyorum…

Beautiful World

Her şeye kafa tutar hale geldim. Meydan okuyorum gücümün yetmediği şeylere bile. Haliyle gücümün yetmediği bir şeye meydan okuyunca yapamıyorum. Sonra da üzülüyorum. Değişmem gerektiğini hissediyorum. Ama iyi şeyler için. Evreni değiştirme isteğim var. Nitekim birkaç gün önce değiştirdim. Sadece kendi evrenimi…

Kendimi düşünmeye vakit ayırmadığımı farkettiğimde, kapılar arasında sıkışmış olan ruhumu çekip aldım. Bir nevi, karanlıktan ışığın olduğu yere yöneldim.

Işıklar evime kadar götürsün beni. Sonra ben her şeyi düzelteyim. Geriden alayım… Herkes hata yapınca baştan alır ya, ben geriden alayım. Böylece gelecek korkusu da olmaz. Yapılmayan şeyleri yapayım. Geriden başa doğru gideyim. Yaşlılıktan bebekliğe doğru… Toprağın altından geleyim dünyama. Bebek olarak öleyim, yaşlı olarak değil. Hayatımın en enerji dolu yıllarını sonradan yaşayayım, en önce değil.

İlk ve gerçek aşkımı en son yaşayayım…

God Put A Smile Upon Your Face

Uzun zaman olmuş konuşmayalı… Uzun zaman olmuş bunun farkına varmayalı…

Zamanın derinliklerinde yaşamışım herşeyi ben. Yok olmuşum, yok olma isteğinde bulunmuşum. Toz olup karışayım havaya demişim. Çilek kokusuna ulaşmak için… Kabul görmüş. Masalın sonu yazılmış bir zaman. Ne zaman olduğunu bilmiyorum ama yazılmış. Sonunu kim yazmış o da belli değil aslında. Zaten masalı kimin yazdığı da bilinmiyor ki…

Yağmur olmuşum ben çoğu kez. Farkında olmadan. Yağmışım üzerine, ıslatmışım istemeden. Ama o korunmuş kendince. Kendini korumuş, eskisi gibi kalmış.

Bu gece rengini belli etmiş. Siyah değil. Ama sadece bu gece. Sadece bu geceliğine “yeşil” olmuş. Konuşmuş benimle. Uzun zaman oldu demiş. Anlatmış içinden geldiğince, tüm saflığıyla.

Geceye özel, gerçek rengine bürünmüş… Yeşil olmuş…