Küs ve Fiti mi?
Sol kısımdaki zavallı, tahmin edildiği üzere Küs. Gerçi buradan öyle durmuyor. Halbuki, o anda uyumakta kendisi.
2. resimde Fiti’nin nasıl fiti olduğunu görüyoruz.
Küs ve Fiti mi?
Sol kısımdaki zavallı, tahmin edildiği üzere Küs. Gerçi buradan öyle durmuyor. Halbuki, o anda uyumakta kendisi.
2. resimde Fiti’nin nasıl fiti olduğunu görüyoruz.
Ne kadar güzel değil mi?
Bir ayı daha bitirmenin verdiği sevinç ve hüzün… Her ayın sonunda yapmadığım gibi ilk defa bir ayı uğurluyorum burada. Ama yine bir amacı var bunun. Bilirsiniz asla amaçsız, seaçma (yanlış yazmadım bilerek böyle) sapan işlerle uğraşmam. Uğraşır mıyım? Aşkolsun.
Bu blogu açalı 1 sene olmuş, hatta geçmiş. İşte, normalde bunu geçen ay yazmam lazımdı. Yazmamışım, unutmuşum. İnsanım sonuçta. Yani maksat, aman efendim 1 seneyi doldurdu blog. Takip ettiğiniz için teşekkürler. Takibe devam, aman peşimi bırakmayın gibi cümleler sarfetmekti. Olmadı. Yapamadım. O yüzden içimde kalmasın dedim.
Ağustos geliyor. Bu da benim için demek oluyor ki; tatil geliyor. Ağustos ayında pek göremeyeceksiniz beni. Belki bir blogger status olsaydı, oraya yazardım tatil diye. Yok işte ne yapayım. Ben mi yazayım şimdi oturup kodunu? Aşkolsun. Tatildeyim ki ben. Şşş! Okur! Görüşürüz hadi.
Arada bir hatırla yine, gel uğra.
Bakarsın yeni şeyler bulursun burada.
Aloha!
Elektrikler hala gelmedi. Blogu sondan başa okuyanlar için uyarı: Bunun öncesinde de bir yazı var!
MP3 playerımı açtım. Red Hot Chili Peppers dinliyorum. Aslında Coldplay dinleyecektim. Fakat, shuffle sağolsun, bana “She’s Only 18” açtı. Ondan sonra RHCP’ye geçiş yaptım. Zaten bir süredir dinlemiyordum. Ayrıca böyle etrafta hiç ses yokken, kulaklıktan dinlemek güzel oluyormuş. Slow Cheetah sırada tahmin edildiği üzere. Her neyse, henüz uyumadım. Saat sabahın dördü. 3 saat sonra karşılamam gereken biri var. Ondan sonra da Su ile kahvaltı. Aaa ondan bahsetmedim hiç. Gerçi bahsetmemek daha doğru. Çünkü bu blogda bahsetmek doğru olmaz. Hayır, başka bir blogum yok. Sadece bahsetmek istemiyorum. Nacizane dostum bilir bu sitenin açılış nedenini. Bir başkasına gerek yoktur. Drivin’ to eat a Carvel Cake deyip bitireceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sadece Slow Cheetah bitti. Slow Cheetah ve Carvel ne alaka? İşte anlayana. Bu arada kolum yandı. Yani teorik olarak. Teknik olarak… Sadece mum alevinde. Kızarıklık. Telaşa gerek yok. Kokladım. Mum! Evet, koku hoş. Ancak acı feci.
Sıkıntıdan yazmaya devam etmekteyim. Ancak bir süre pencereden dışarıyı izleyeceğim. Biraz “next track” tuşlamalıyım. Dur! Wet Sand… AK’nin en sevdiği şarkılardan. Henüz ıslak kumda oluşacak bir isim bulamadım ama sanırım bulurum. Yeni isim bulabilirim. Islak olmayan.
04:10
Şarkıyı dinledim bu süre zarfında. Beni etkiliyor. Mükemmel bir şarkı. Şimdi bir shuffle zamanı. Sadece RHCP ve Coldplay ile dolu bir MP3 player bana ne kadar sürpriz yapabilir bilmiyorum ama bu sürpriz hoş oldu. “How You See The World”. Keşke “world” yerine “home” olsaymış. Şşş… Biraz sabır. Anlatacağım. Ya da anlatmam, belli olmaz. Elektrik idaresine bağlı! Sabaha kadar gelmezse anlatırım. Gelirse eyvah! Sımayliğ. ..
Colplay – Lost! dinleyin efenim… ((Akustik olanı tercihimdir…))
04:15
Elektrikler kesildi. Kafam da hafiften iyi. Garden State izleyecektim aslında. Ancak olmadı. Ne yapalım, kısmet. Bir de düşüncem vardı benim. Garden State izleyip yazı yazacaktım. Çünkü, “house” artık “home” olmamaya başladı benim için.
Aaa! Evet, bak ben sana söylemedim. Garden State benim hayatımın filmi. Bunu bugüne kadar sadece bir kişiye söyledim. O kişi bunu okuyorsa eminim ki, evet o benim diyordur. Hatta diğer bir kişi de – ki o kişi de kendini hemen bilecektir – bunu öğrenecekti, fakat benim yanımda filmi izlemekten sıkıldı. Hala farkına varmadıysa, film izlerken sürekli ileri sararak sonlarına bakan bir kişi olduğunu söyleyebilirim.
Her neyse, aslında Garden State’den bahsetmeyecektim. Çünkü, henüz izlemedim. Yani 2364. kez izlemedim. Tüh! Hevesim kursağımda kaldı. Onu tekrardan izleyip, size taşınma isteğimi anlatacaktım. Doğup büyüdüğüm yerin artık bana ait olmadığına “kesin olarak” karar verdiğimi anlatacaktım.
Yine bir mum ışığı ve yine kendimle başbaşa kaldığım an. Kağıdımın üzerinde kalemimin gölgesi… Hatta ek olarak, bu yazımı bloguma koyma düşüncesi. Elbette koyacağım. İşin ilginç yanı bir kişinin aklımdan hiç çıkmaması. Bu yüzden kusuruma bakmaması gerek kişi ya da kişiler olduğunu da biliyorum. Bakmayın lütfen. Ek olarak, aklımdan çıkmaması derken; yazı esnasında Garden State’den bahsetmem neden olarak gösterilebilir.
Nedendir bilmem okuyucunun yerine kendimi koydum birden. Ne yazıyor bu dedim. Bunu derken de yazmaya devam ettim. Yazanın da saçmalayan biri olduğunu düşündüm açıkçası. Evet bu benim. Hatta bunlar benim. That’s mine değil ama, that’s me! Yani şu an için. Saçmalayan bir insan olduğumu da biliyorum. Yeri geldiğinde ise gayet edebi, edepli şeyler yazdığımı da düşünüyorum. Gerçi ne kadar güzel yazdığım görecelidir. Ben yazılarımı okurken keyif alıyorum açıkçası. Siz de okuyun ama. ((hihihi))
Bu arada yeri gelmişken; tek bir sıkıntım var. Bu yazıyı okuyan her kim ise lütfen yorum yazsın. İsim belirtmesine gerek yok. Hatta anlamlı cümleler kurmasına da gerek yok. Sadece ne kadar okunduğumu bilmek adına kendi çapımda ufak bir test. Biliyorum, çok alakasız bir yerde istedim bunu. Buraya kadar okuduysanız ve bu isteğime bağlı olarak bir yorum yazdıysanız (isimsiz bile olsa), beni çok mutlu edecektir. Bu da yazı arasında nacizane bir isteğimdi. Nacizane kelimesini okuyup aklına sözlük gelen kaç kişi vardır? Sanırım 1. Onu da buradan anmak istiyorum ve Net Piknik + El Paso hesaplarından ötürü teşekkür ediyorum. Bu teşekkür semboliktir aslında. Yani genel olarak ona teşekkür ediyorum. Var olduğu için. Çünkü, benim için ilk sırada olan insanlardan. İlk sırada olan dediğime bakmayın. Şöyle açıklayayım; 4 insanı ilk sıraya koyamıyorum ve onların hepsini bir yapıyorum. Bir döneme yaymam gerekirse, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite. Hepsi yerli yerinde. ((dil çıkaran smiley)) ((kısaca :p))
Eğer yazıyı buraya kadar okuduysanız bir şey söylemek istiyorum. Bu yazıyı okumak size hiçbir şey katmayacak emin olun. Yani buraya kadar okuduysanız devam etmeme şansınız var. Bu yazı sadece beni biraz daha yakından tanımanıza neden olabilir. Yakından tanıyanlar için ise, vay be demek böyle düşünüyor demenize neden olabilir. ((İkinci düşüncem sadece yazıda bahsi geçenler içindir)) Parantez dışı, bahsi geçmeyenler için de geçerlidir aslında. Ne bileyim belki de kendini onun yerine koyan vardır. Ezik! Pardon, ukala oldum. Ne bileyim, benim muhabbetim iyi yani. Okuyun beni. Home-house ilişkisini, taşınma isteğimi de daha sonra anlatırım size. Söz! Henüz elektrik gelmedi. Anlatırım aslında ama sizi sıkmak istemedim. Yeterince uzun bir yazı oldu zaten.
Görüşürüz!
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Yemin ederim. Çay da demledim, yazı yazayım dedim demin. Demini de çok koydum çayın. Çay sevmem ki ben aslında. Ama dur anlatacağım tek tek.
Benim bir kuşum vardı. Ben küçüktüm, ablam alıp getirmişti bir gün kutunun içinde. Küçük bişeydi, *viyk viyk* diye öterdi. Dur lan yanlış hatırladım, o civcivdi ya. Bok oldu hikaye bak şimdiden. Gitgide kabalaşıyorum. Ehem neyse durun baştan alalım herşeyi. Unutalım bunları.
Benim bir kuşum vardı. Kızılay’da girdim bir dükkana. Kuş almak istiyorum dedim. Adam bizde yok dedi. Nasıl olmaz ya dedim. Lan yok işte dedi. Lan nasıl yok işte dedim. Sonra güvenlik çağırdı, atın bunu burdan dedi. Kimi attırıyosun sen bi’ bak bana derken dışarı çıkardılar beni. Sonra arkadaşım gördü beni, aldı ordan. Gel dedi oturalım bir yerde. Nerede oturalım dedim. Bilmem dedi. Kocatepe Kahveevi’ne gidelim mi dedi. Gidelim dedim. Ne içersin dedi. Bilmem dedim. Çay istedi benim yerime de. Ben çay sevmem dedim. Benden dedi. O zaman olur dedim.
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Balkonda kafesinde dururdu. Akşam olunca içeri almak için balkona çıkardım. Kafesin demirine asılmış mal mal bakardı. Gel hadi içeri derdim. *viyk* derdi hooop aşağı atlardı. Pıtı pıtı yürürdü sonra, ışığı görünce *viyk* derdi, aynaya kafasını vururdu. Kafasını vururdu demişken, gagasını yaralamıştı bir zamanlar. Nasıl yapmıştı bilmiyorum.
Benim bir kuşum vardı. O geldi aklıma demin. Kuş alacağım ben. Balkona koyacağım, akşam olunca içeri alacağım. Özledim resmen.
Benim bir kuşum vardı. Ne oldu o kuşa peki? Kafesin kapağını açık unutmuşuz bir gün. Balkonda duruyor ama kafesin içinde. Gayet *viyk viyk* ötmekte. Farkında değiliz. Sonra birden *viheheheeyk* diyerek bir çıktı dışarı. Çam ağacının üzerine kondu. Gel lan buraya dedim. *viğk?* dedi. Gel lan dedim. *haa yök* dedi. İyi sen bilirsin, bi daha gelirsen almam haberin olsun dedim. Koca gün orda durdu. Yetişmek imkansızdı. Sopa uzatıyorum konsun diye, sopa da yetişmiyordu. Öyle durdu öttü koca gün. Gece balkonda bekledim, gel içeri götüreyim seni dedim. Birden uçtu kayboldu karanlıkta. Sanki kendi ışığını bulacakmış gibi. Yolun açık olsun dedim, el salladım arkasından.
Not: Bütün hevesim kaçtı. Ne balkonu, ne kafesi. Kedi istiyorum ben. Cins olanından ama adı cins değil. Geçen doğum günümde kedi istediğimi bilmelerine rağmen beni oyalayan arkadaşlarımı burada afişe etmek istemiyorum. Kendinizi biliyorsunuz siz. Artık elinizi vicdanınıza koyun.
si ya!
viyk!
Başlık anlamsız geldiyse, İzmirli olma ihtimaliniz %11,36’dır. O kadar kesin yani. Eğer %11,36’lık kesimdeyseniz, sizin için araştırdım ben. Evet! Sonuç? Çiğdem!
Giriş Paragrafı Notu: %11,36 tamamen uydurmadır. Eğer uydurma olduğunu anlamadıysanız Çorumlu olma ihtimaliniz %46,58’dir.
Giriş Paragrafı Notu-2: Saçmalamalarımın coşmasından ötürü yazının amacından çıkmış olduğunu farkettim. Aslında çıkmamış. Hemen dönüyorum konuya.
Evet, ne diyorduk? Çekirdek! Bu öyle bir yiyecektir ki arkadaş; başına oturdun mu kalkamazsın. Mucize gibi bir şeydir bu. Öyle böyle değildir. Nedenini çözememekle birlikte, deli gibi çitliyorum ben bunu. Çitlemek nedir? Çitlemek! Haydi hep beraber oturduğumuz yerde sesli olarak çitlemek diyelim. Ne kadar acayip oldu değil mi? Eğer bunu gerçekten yaptıysanız deli olma ihtimaliniz %0’dır. Çünkü, benim okuyucum deli olamaz. Eğer bunu okuyup bana hak verdiyseniz, hepimizin birden deli olma ihtimali çok yüksektir. Bakın yüzde bile vermedim.
Konuya geri dönecek olursak… ((Konu mu kaldı desenize.. Eğer bunu dediyseniz…. Eeeeh!! Yeter…))
Çekirdek bu! Bitene kadar başka bir şey yapamıyorsun. Bunu çitlerken dalıp giden insan gördüm ben. Başka boyutlara geçmeler, bir takım değişik yüz ifadeleri… İradenizi test etmek isterseniz, çekirdek tam size göre. Alın, başlayın.
Ucuz olmasından bahsetmiyorum bile. Düşünsenize, 100gr çekirdek 50 YTL olsa. O zaman kaba deyimle hapı yutardık. ((Kaba deyim ve hapı yutmak?)) ((Hiç olmadı o.)) Parası olmayan adam krize girerdi. Uyuşturucu gibi lan!
Bir de bunun kabuklu olmadığını düşünün. Yani sadece içi var. Eee?? Ne zevk aldım o zaman ben ondan. Çitlemedikten sonra çekirdeğin anlamı ne? Demek ki neymiş? Çitlenmeyen çekirdek, çekirdek değilmiş. Peki nedir? Çiğdem midir? Hayır. O da değildir. Bu soru böyle kalır o zaman.
100gr alıp alıp duruyorum ben paketler halinde. Yemiş gibi gidiyor vallahi. Çekirdek zaten yemiş. Kuruyemiş. Eğer bunu okuduktan sonra aklınıza Bond! James Bond! tarzı bir şey geldiyse, espri anlayışınızın benimkine benzeme olasılığı %99,99’dur. Çünkü, yerine göre bu tarz espriler yapmayabilirim ki bunun %0,01 gibi yok denecek kadar az bir oran olduğu da dikkatinizden kaçmamıştır.
Eğer dikkatinizden kaçtıysa….
Yazar Notu: Uzun süredir yoktum tabii. Bu kadar saçma yazı olduğu için affedin. Affedersiniz zaten. Ne dersiniz? Affedersiniz.
Bir adam varmış.
Ateş yakmış.
Isınmış.
Isındıkça ona aşık olmuş.
Yanından hiç ayrılmamış.
Sıcaklığını hissetmiş.
Dokunamamış ama hep sevmiş…
Yeni bir yol…
Zemin kaygan ve yumuşak.
Adım atsam kayıyorum, dursam batıyorum.
Arkamı göremiyorum, karanlık.
Önümü görüyorum, aydınlık.
Sen olsan hangisini seçersin?
Ben geri dönüyorum.
Orada bir şeyler bulacağımı umarak.
Eski görünümlü ama yıpranmamış şeyler…
Çok geçmeden seni buluyorum.
Elini tutuyorum. Işığa götürüyorsun beni.
Çok parlak, alabildiğine ışık.
Bir şeyler göstermeye çalışıyorum.
Bir şeyler anlatmaya çalışıyorum.
Sanki seni farkında olmadan orada bırakmışım gibi.
Ben seni kaybetmek istemiyorum.
Sen ise sadece ışığı izliyorsun.
Seni umursuyorum, ilgilenmiyorsun.
Işığa doğru gidiyorsun..
Ve kayboluyorsun.
Işık da seninle birlikte kayboluyor.
Tekrar aynı zemindeyim.
İleride olduğunu umarak yürüyorum.
Hep aynı yerdeymişim aslında.
Sen hep geride, ben hep olduğum yerde.
Bir türlü ulaşamıyorum sana.
Ama bir şekilde kendimi göstermeliyim sana.
Bekliyorum…
Yoksun…
Konuşuyorum…
Susuyorsun…
Aşık oluyorum…
Görmüyor musun?
Bir küçük umut vardı.
Perdeleri çekti, kapıları kapattı.
Işıkları söndürdü teker teker.
Bir küçük umut vardı,
Karanlığa gömüldü.
Pişman oldu, ışıkları açtı.
O da ne?
Ampul patladı lan!
Ya iki dakika ciddi duramıyorum. Gece gece canım sıkıldı yine. Her neyse işte bir küçük umut vardı ne oldu ona diyecektim ben aslında. Beni soracak olursanız İzmir’de idim ben. Geldim, iyiyim. Sizler de iyisinizdir inşallah. Oh oh ne güzel. O zaman rahat rahat uyurum. Uyku da yok ki. Yarın Pazartesi. Okula gideceğim 10 gün aradan sonra falan. İyi alışmıştım bu tatile. Neyse 1 hafta sonra tekrar yapacağım. Gözlerden uzak olacağım.
Yalnız bir şey dikkatimi çekti, konudan konuya atlıyorum yine. O kadar da geniş bir insanım. Nedense canım çok otobüse binmek istedi. İzmir’de otobüse binmedim hiç ondandır belki. Gerçi otobüs paramı verirseniz binerim, yoksa binmem. Trenle giderim ucuz o. Hatta bedava. Tavsiye ederim.
Bir küçük umut vardı.
Karanlıkta saklandı hep, bekleyenlere inat.
Bir küçük umut vardı,
Trendeymiş o, tünelden geçiyomuş ondan karanlıkmış merak etmeyin.
Okuduktan sonra bir not: Hata buldum. İki dakika değil o. Duramasam duramasam üç dakika ciddi duramam ben. Nedenini çok iyi biliyoruz önceki yazılardan. Her zaman nedir? Yaa yaa…