Kızılay’da Clubber Olmak – Part II

İçeri girmesiyle kalbi 131 bpm hızla çarpmaya başladı. Sanki kalbi yerinden fırlayacaktı. Ceketinin 3 düğmesini de ilikledikten sonra şaşkın şaşkın bakmakta olan kıza dönüp konuşmaya başladı: 

– Selamun aleykum , ben Refik. Aynı sokakta oturuyoruz, başınıza böyle bir talihsizlik geldiğini duydum da geçmiş olsuna geleyim dedim.

– Hoşgeldin Refik. Ben de Tijen. Memnun oldum. İyi yapmışsın, gelmişsin ama bunun bir talihsizlik değil ; bir öküzlük, bir magandalık, bir ayılık, bir…

Yüzü kızarmaya başlayınca aniden kendine yakışmayan bir zekilikle konuyu değiştirdi Refik. Buraya ona gerçekleri söylemek umuduyla gelmişti ama daha konuşmanın başında hüsrana uğramıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Tijen’i güldürüp konuyu dağıtmak istedi ve :

– Bizim bir arkadaş var, geçen gün içmiş içmiş bana geldi. O kadar sarhoştu ki ayakkabılarının bağlarını çözmek için eğildi ve bir baktım ki uyuyakalmış. Hatta takside de telefonunu cüzdan sanıp içinden para çıkarmaya çalışmış.

Tijen bu alakasız hikâyeye bir anlam veremedi. Ufak bir tebessümle geçiştirdikten sonra “Tam olarak nerede oturuyorsun? Seni daha önce hiç görmedim de” diye sordu. Refik biraz bozuldu. Onun gibi yakışıklı, alımlı, tarz sahibi bir adamı daha önce fark etmemesini yadırgadı. Hiç bozuntuya vermeden cevap verdi.

– Homoseksüel bakkal Turgut amca var ya, işte onun bakkalın olduğu apartmanda oturuyorum, 3.kat 3 numara. Hemen şaşırma, her katta bir daire var. Evler 4 oda 1 salon, kombili, 2 tane koca balkonu var. Büyük balkonda şömine var, arada sırada arkadaşlarla mangal yaparız, sazlı sözlü, bilirsin işte eğlenceli olur. Bir gün inşallah beraber yaparız.

Konuyu nasıl buraya getirdiğine inanamadı. Kızla daha yarım saat bile konuşmadan kızı üstü kapalı bir şekilde evine davet etmişti. Tijen Refik’in söylediklerinin ne anlama geldiğini anladı; ancak onun bu camışlığı hoşuna gitti. Hayatında hiç böyle öküz biriyle tanışmamıştı, bir farklılık aradığı belliydi ve onu Refik’te bulacağından adının Tijen olduğu kadar emindi. Refik’in söylediklerine herhangi bir cevap vermekten çekindi. O da konuyu değiştirdi. Kendine neden böyle anlamsız konuşmalarla zaman geçirdiğini sordu. Yaklaşık 10-15 dakika daha içi boş ve alakasız konuşmalarla vakit geçtikten sonra Refik mantıklı bir soru sordu:

– Ne zaman taburcu olacaksın Tijenciğim?

Tijen bu samimiliğin nerden geldiğini merak ederek, “Bugün çıkıyorum çok şükür, çok sıkıldım hareketsiz bir şekilde günlerdir yatmaktan. Adnan da çıkış işlemlerini halletmeye gitti. O gelince eve gideceğiz.”
Adnan lafını duyan Refik’in kafasından aşağı kaynar sular boşaldı. Bu Adnan da kimdi? Yoksa hayatının kadını evli miydi? Ya da sevgilisi mi vardı? Tüm bunları o müthiş zekasını(!) kullanarak öğrenecekti ki odaya bir adam girdi. Tijen panikleyerek:

– Adnan bak bu komşumuz Refik. Geçmiş olsuna gelmiş sağolsun.

Tam da Adnan’ı Refik’e takdim edecekken, odaya giren hizmetli çıkış işlemlerinde bir problem çıktığını ve Adnan’ın kendisiyle gelmesi gerektiğini söyledi. Adnan özür dileyerek meraklı bir şekilde problemin nedenini öğrenmeye gitti. Refik, Adnan’dan bir şekilde kurtulması gerektiğini düşündü ve Tijen’in eve Adnan’la değil de kendisiyle gitmesi için bir formül düşünmeye başladı. 30-35 saniye ya geçmiş ya geçmemişti ki aklına bir fikir geldi.


to be continued…

japon konsolosu

03:10

Bir küçük umut vardı.
Perdeleri çekti, kapıları kapattı.
Işıkları söndürdü teker teker.
Bir küçük umut vardı,
Karanlığa gömüldü.

Pişman oldu, ışıkları açtı.
O da ne?
Ampul patladı lan!

Ya iki dakika ciddi duramıyorum. Gece gece canım sıkıldı yine. Her neyse işte bir küçük umut vardı ne oldu ona diyecektim ben aslında. Beni soracak olursanız İzmir’de idim ben. Geldim, iyiyim. Sizler de iyisinizdir inşallah. Oh oh ne güzel. O zaman rahat rahat uyurum. Uyku da yok ki. Yarın Pazartesi. Okula gideceğim 10 gün aradan sonra falan. İyi alışmıştım bu tatile. Neyse 1 hafta sonra tekrar yapacağım. Gözlerden uzak olacağım.

Yalnız bir şey dikkatimi çekti, konudan konuya atlıyorum yine. O kadar da geniş bir insanım. Nedense canım çok otobüse binmek istedi. İzmir’de otobüse binmedim hiç ondandır belki. Gerçi otobüs paramı verirseniz binerim, yoksa binmem. Trenle giderim ucuz o. Hatta bedava. Tavsiye ederim.

Bir küçük umut vardı.
Karanlıkta saklandı hep, bekleyenlere inat.
Bir küçük umut vardı,
Trendeymiş o, tünelden geçiyomuş ondan karanlıkmış merak etmeyin.

Okuduktan sonra bir not: Hata buldum. İki dakika değil o. Duramasam duramasam üç dakika ciddi duramam ben. Nedenini çok iyi biliyoruz önceki yazılardan. Her zaman nedir? Yaa yaa…

Kızılay’da Clubber Olmak

Son zamanlarda sürekli Kızılay’da clubber olmanın insana kattığı huzur ve asaletten bahsediyordu. Vurdumduymaz bir kalabalıktan biri olmamanın verdiği güvenle yetişmişti. Siyah yüzüğüyle taçlandırılmış ‘‘clubber oğlu clubber’’ bir görünüşü vardı ama yıllar yılı metal ve hard rock ile bezenmiş bir kültürden geliyordu. Aynı zamanda vahşi batının en hızlı kovboyuydu. İnce telli, kumral ve alabildiğine uzanan yağlı saçları vardı. Biraz da magandaydı. Bundan yaklaşık beş sene önce desteklediği takımın gol atmasının ardından şehvetle balkona çıkmış ve 7-8 el ateş etmişti. Mermilerden bir tanesi masum bir köylü kızına isabet etmişti. Ve hayatının kadınını ilk kez işte o gün görmüştü. Böyle mükemmel bir kızı nasıl olmuş da gaddarca, yabanice ve bir öküz misali vurabilmişti. Yaptığı magandalığın verdiği rahatsızlık ve pişmanlıkla mı bilinmez ama kıza karşı aşırı bir ilgi duymaya başlamıştı. Sanki attığı kurşun kızın omzuna değil de kendi kalbine gelmişti. Kalbi acıyordu. Bunun adı aşk olmalıydı…
Güzeller güzeli köylü kızı, ambulansın o baş ağrıtan sesiyle yankılanan sokakta acılar içinde yattığı sedyeden onu kesiyordu. Evet, kız da ondan hoşlanmıştı. En azından o öyle düşünüyordu. Ama bir sorun vardı. Kızın bu denli acı içinde yatmasının tek bir sorumlusu vardı ve o da kendisiydi. Kıza açılsa, tüm hissettiklerini söylese bile, ona onu kendisinin vurduğunu nasıl açıklayabilirdi. Açıklamasa işler daha da kötü olabilirdi. Çünkü aşık olduğu kızı vurmuştu ve bu kızla muhtemelen büyük bir aşkın içine bodoslama dalacaklardı. Çünkü aşkı karşılıksız değildi. İşte tüm gece yatağında bunları düşündü, uyuyamadı. Bu acıyla nasıl uyunurdu ki?
Artık gün ağarmaya başlamıştı. Aklına bir fikir geldi ve kareli pantolonunu giyip saçını da yaptıktan sonra hastaneye doğru yol almaya başladı. Otobüse bindi ve farketti ki yol parası yoktu. Ancak o gün çok şanslıydı. Çünkü otobüste en iyi arkadaşını gördü ve otobüs parasını ona ödettikten sonra bu yetmemiş gibi arkadaşından 50 $ daha aldı. Sonra hastaneye 50 metre kala şoförün suratına bir yumruk atarak otobüsü durdurdu. Hâlâ magandalık yapıyordu, ama bu kez bir fark vardı, aşkı için yapıyordu. Otobüsü durdurmasının sebebi gördüğü çiçekçiydi. Çiçekçinin yanına artist artist sokuldu ve ‘’ Bir demet papatya kaç para abla ?’’ diye sordu. Çiçekçinin verdiği cevap hoşuna gitmemişti. Bir demet papatya nasıl 10 lira olabilir diye düşünmeden edemedi ve çiçekçiye ‘’ Bende 3 lira var, olur mu abla? ’’ diye sordu. Aldığı ret cevabından sonra ‘’Aaa 2 lira da şu cebimde olcaktı ‘’ diye çıkıştı. Çiçekçi bezgin bir sesle ‘’tamam yahu ver 5 lira al şunu, sıktın ama sabah sabah ‘’dedi. Bunun üzerine cebinden arkadaşının verdiği 50 $’ı çıkardı ve çiçekçiye uzattı. Çiçekçi şaşkın ve sinirli bir ifadeyle uzun uzun bizim ‘gothic clubber’ı süzmeye başladı. Bizimki, her zamanki gibi çiçekçinin kendisine hoşlandığı için baktığını sandı ama çiçekçinin eline bir süpürge alıp kovalamaya başlamasıyla durumu anladı. Bu kez magandalık yapmayıp efendi efendi kaçmaya başladı ve çiçekçiden kurtulmayı başardı.
Bir dövizci bulup parasını Türk Lirasına çevirmeliydi. Uzun arayışlardan sonra bir dövizci buldu, gereksiz ve kafa karıştırıcı bir konuşmadan sonra dövizciyi kandırıp alması gerekenden daha fazla para alarak oradan ayrıldı. Ardından vakit kaybetmeden bir pastane buldu ve sevdiği kıza güllaç aldı. Ardından bir bakkala girip yine sevdiği kız için ekmek arası kaşar-salam yaptırdı ve kızın boğazında kalmasın diye bir de cappy tropik aldı. Ve artık hastanedeydi. Ufak bir çakallıkla sevdiği kızın yattığı odayı bulmayı başardı ve kapıyı kibarca 3 kez tıklattıktan sonra içeri girdi.
to be continued…
japon konsolosu

Ey Sevgili Okur!..

Uzun zamandır yazamadım okur! Tamam, sen de haklısın. Her an merakla açıyorsun blogu yeni neler yazmış bakalım bu sneyl diye ama yok işte, yok! Küfür edip kapıyorsun sayfayı haliyle. Sen de haklısın. Senin işin de zor be okur! Bak şimdi; işler öyle göründüğü gibi değil. Neler geldi başıma neler…

Çaresi bulunamayan bir hastalığa yakalandım. Sesim değişti. Artık eski sesim yok. Doktorlar bir daha düzelemeyeceğini söylediler. Çok garipsedim yeni sesimi. Alışmaya çalışıyorum. Gerçi insanlar seksi buluyor ama ben alışamadım henüz.

Daha dur bununla bitmiyor… Geçen hafta sonu mangal yapmaya gittik. O da ne!?! Yüzümün yarısı yandı. Ameliyat oldum. Artık sneyl eski sneyl değil. Kendimi tanıyamaz oldum. Doktorlar bir daha düzelemeyeceğini söylediler. Çok garipsedim yeni tipimi. Alışmaya çalışıyorum. Gerçi insanlar seksi buluyor ama ben alışamadım henüz.

Daha dur okur, daha dur! Bununla bitse yine iyi… Bitsin artık evet. Çok salladım. Yeter bu kadar. Ne yapayım ama, öyle bir anda yazasım geldi uzun süre yazmadan geçince. Her neyse, asıl sebep şudur ki okur, vizeler yüzünden yazamadım. Sorsanız, çok mu çalıştın? Nereye çalışıcam yaa yörü get diye terslerdim sizi ama işte okurumsunuz, saygıda kusur etmemem lazım. Zaten bir bölümün ilk vizeleri bir ay sürer mi ya. Gerçekten inanılmaz ama oluyor işte bazen. Kader… Kısmet…

Gelelim bu yazının asıl amacına. Hep okur okur deyip durdum. Boşa demedim ben onu okur. Bak şimdi ne diyeceğim sana. Dikkatli dinle beni.

Artık yazı tarzında biraz değişiklik yapmak lazım dedim kendi kendime. Yani tarz derken, genelde depresif olan şu yazılardan bahsediyorum. Hayır, ben o kadar depresif değilim ki, ne oluyor yani bana? Kimim ben? Düşündüm, taşındım, ölçtüm, biçtim, tarttım, danıştım, paylaştım, dinledim, bekledim, oturdum, kalktım ve sonuçta çok önemli bir karara imza attım. Diyorum ki artık blog serbest olmaktan çıksın ve çok serbest olsun. Bir nebze bu depresif hava ortadan kalksın. Hayır, yazılmayacak mı depresiflikler, hikayeler, rüyalar? Tabii ki yazılacak. Sadece ana konu o olmayacak artık. Hah! Bi’ dakka ya.. Okur! İşte sana da danışıyorum ben aslında. Bak onu söylemeyi unuttum ben. Ne dersin böyle yapayım mı? Lütfen yorumlarınızı yazın da bir nebze mutlu olayım. Gerçi yorum yazmazsanız da bildiğimi okurum ben.

Neyse asabileşmeden bu postu bitirmeliyim. Görüşürüz okur!

…Ve Saat 01:10

hmmm… Kahve zamanı gelmiş.
-yataktan kaçmak- Ekranıma yapışmış vaziyetteki renkli kağıtları süzdüm. Ah evet, 1 tanesini söküp atma zamanı! Henüz bitirmem gereken ezber çalışmalarım var. Önümde koca bir gece beni bekliyor biliyorum. Bu gece Jezebel’im beni özleyebilir.

Arkadan Modest Mouse mırıldanıyor. Işıkları söndürdüm, mumlarımla birlikteyim. Ders çalışmak zevkli. Aslında değil! Gözümü kapatıp renkli kağıtların hepsinin monitörümden söküldüğü anı hayal ediyorum. Huzur doldu ruhum. Evet, o renkli kağıt parçaları benim vize tarihlerim.

Bir dakika! O ses neydi?
Kettle suyun kaynadığını söylüyor.
Kahve zamanı gelmiş. Çarşamba da gelmiş.

Kahve yudumlarken John Frusciante – Wednesday’s Song dinlemeli…

Aşk, Gezegendeki Bebek!

– Yakaladım seni!
+ …
– Hahayt! Bu sefer elimden kaçamazsın.
+ …
– Yine yanıldım. Gerçek değilmiş…

Yarı uyur vaziyetteki saçma sapan rüyalarımdan bir tanesi daha. Anlatsam senaryo olacak yine biliyorum. Uykuya dalmalıyım. Yeni işim bu olmalı. Uyuyayım, rüya göreyim, sonra da yapımcılara anlatayım. Yattığım yerden para kazanmanın bu tabire daha uygun başka bir yolu varsa beni uyandırın.

Söz vermediğim şeyler için söz vermişim gibi bir dayatma var bana karşı. Daha doğrusu vardı. Yazının başındaki sözler bana ait değil aslında. Ben üç nokta olmuşum haberim yokmuş. Ama sarhoş olunca güzel oluyor, üç nokta olduğunu söyleyebiliyorsun karşındakine. Böylece ölü bedenin ile birlikte hissiz bir şekilde konuşabiliyorsun. Bir bakıyorsun ruhun yukarıdan seni izliyor. Gel buraya bebek diyorum! Evet bebek! Yeniden yakalamaya gitmelisin, bu kez gerçek olanını. Ben de uyumalıyım. Çünkü uyurken bulacağım senden daha güzel olanını..

Sergei Trofanov Productions

Sergei Trofanov kimdir? Efendim, Sergei Trofanov 1963 yılında… Şaka tabi kendisini tanıtmaya kalkmayacağım. Bu arada 1963 de sallama oldu ama olabilir. Dur bakayım.. –burda zaman geçiyor– Ahh 1960 yılında doğmuş, çok yaklaşmışım. Her neyse, Sergei Trofanov çok ünlü olmasa da kaliteli bir müzisyen, kaliteli bir keman virtüözüdür. Tabi çok ünlü değil sen nasıl keşfettin derseniz tamamen bir tesadüf eseri diye yanıtlarım. Yaklaşık 3 yıldır dinliyor ve takip ediyorum kendisini. Size de bir fikir sunması açısından son zamanlarda sürekli dinlediğim bir şarkısını koyuyorum buraya. Adı Yumeji’s Theme.

http://media.imeem.com/m/lrd6FcB-zX/aus=false/

Asıl değinmek istediklerim aslında bunlar değildi. Şöyle ki; bugün kendisine bir mail attım. Kendisine Türkiye’de konser verip veremeyeceğini sordum. Mail bu kadardı. Fakat oldukça ciddiye almış olacaklar ki, adının Claude Simard olduğunu söyleyen birisi mailimi cevapladı. Kendisi Sergei Trofanov’un menajeri imiş. Büyük ihtimal beni yapımcı sanmışlar. Çünkü, adam gayet açık bir şekilde Türkiye’deki plak şirketiyle olan anlaşmazlıklarını, onu değiştirmek istediklerini, konser için fiyat önerimi beklediklerini ve bu konuda rahat olmam gerektiğini, Sergei Trofanov’un solo konser verebileceği gibi triplet ya da quartet olarak da konser verebileceğini, ancak quartet performansın bizim için maddi açıdan daha tuzlu olabileceğini –otel parası ve uçak parası gibi– söyledi. Daha bir çok şey söyledi aslında ama gerçekten çok uzun. Yani beni temizinden bir yapımcı sandı işte.

Olaya inanılmaz derecede şaşırmış ve heyecanlanmış bir biçimde safça “ehkeke aslında ben yapımcı değilim sadece bir hayranıyım.” tarzı mail attım sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aslında pek de yanılmış sayılmazsınız. Buna benzer bir takım şeyler söylemekle birlikte, kendisine bazı organizasyon şirketlerinin maillerini ve telefonlarını verdim. Ek olarak birkaç plak şirketi de söyledim gaza gelmişken. Eğer ilgilenir ve gerçekten Türkiye’de bir konsere gelirse, heyecanım üçe katlanır. Neden üçe katlanır derseniz, her zaman üçtür çünkü!

Sergei Trofanov’u bekliyoruz efenim!

İyi ki Doğdum!

Bugün benim doğum günüm! (dü) Aslında hala doğum günüm sayılır. Özel hissedilmek güzel bir şey. Yani bir anlık da olsa insanların seni hatırlaması güzel. Seni hatırlıyorlar. Hatırlandığını hissettiriyorlar. Duygulanıyorsun haliyle. Ağlamıyorsun tabi o kadar duygusal değil. Yine de güzel…

İyi ki varsın denir, iyi ki doğdun denir. Tabi kimisi sıradan söyler bunu, kimisi içten. Anlarsın sen bunu gerçi. Anlarım ben! İyi ki varım! Mesela ben içten söyledim. Sıradan söylesem olmazdı zaten. Çok güzel bir doğum günü geçirdiğimi de söyleyebilirim. Yine içten tabi. Sıradan olmadı en azından.

İyi ki doğdum ben!

Bir de şuna bakın derim ben;
Birthday Calculator

Jezebel Spirit

“Mum ışığında yazı yazmaya bayılıyorum. Bayılmıyorum aslında. Elektrikler kesik. Ancak eğlenceli olmuyor da değil. Gece gibi… Elektriklerin kesik olduğu zamanlarda da kendimle başbaşa kalabildiğimi farkettim.”

Bir karakter var beni sürekli takip eden. Nedense beni hep üzüyor. Hiç aksatmıyor ama. Görevini tam anlamıyla yerine getiriyor. Beni üzmek için yaratılmış olma ihtimali üzerinde yoğunlaşıyorum. Ya da aklını tam kullanamıyor. Bazı fonksiyonları eksik. Tam bir gerizekalı… Ne yapmaya çalıştığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Gerçekten beni çok üzüyor. Bazı geceler sağlığımdan parçalar kopartıp gidiyor. Sabah uyandığımda hasta oluyorum. Sonra yazı yazıyorum, iyileşiyorum. Bazen çözümünü bildiğim sorular soruyor, ben yapamıyorum. Korkuyorum. Beni korkutuyor. Korkulacak birisi çünkü o. Yeni farkettim bunu.

“Elektrikler geldi. Jezebel gitti.”

Sabahlama Ardından

Bir proje sabahlamasının daha sonundayım. Dikkatli okuyucularım bilirler, -sanki çok okuyucum var da- bir staj raporu maceram son günün son dakikası sonuçlanmıştı. Nedense proje işi de böyle oldu. Son gün hiç uyumayarak projeyi yetiştirme uğraşı…

Dinlenmeye fırsat bulamamış ellerimle bunları yazıyorum şu anda, dinlenmeye fırsat bulamamış gözlerimle birlikte…

Geceleri uyumayınca insanın yapacak çok şeyi oluyor aslında. Ne bileyim yani gündüz onca vaktimiz olmasına rağmen, gece daha uzunmuş gibi geliyor. Belki de kendimizle başbaşa kaldığımızdandır. İşte bu yüzden geceleri daha bir yaratıcı buluyorum kendimi. Sessiz oluyor ve ben de yaratıcı oluyorum. Aslında çok tezatlık var bende. Misal, ders çalışırken de müzik dinliyorum. Gerçi ders çalışırken yaratıcı olmaya gerek yok, ondan belki. Çok saçmaladığımı hissettim birden. Ama hemen geçti. Çünkü ben asla saçmalamam. Evet, evet! Galiba saçmalıyorum…